29 Nisan 2018 Pazar

İnsan olmak


  İnsan olmak

İnsan olmak

Mevlana ' nın çok sevdiğim bir sözü ile başlamak istiyorum. "Ne fark eder ki, kör insan için elmas da bir, cam da … Sana bakan kör ise SAKIN kendini camdan sanma! " Ne kadar derin ve güzel bir sözdür bu. İnsanın kendi değerinin farkında olmasının ne kadar önemli olduğunu çok keskin bir dille vurgulamıştır.
Farkındalık kavramı yaşamın pek çok alanında hayati önem taşır esasında. Öncelikle insanın kendi gerçeklerinin farkında olması gerekliliğinden bahsetmek istiyorum. İnsan önce kendi değerinin, yapabileceklerinin ve sahip olduklarının ne kadar değerli olduğunun farkında olmalıdır. Daha sonra ise yaşadığı çevrenin, ait olduğu ailenin ve yaşadığı ülkenin gerçeklerinin farkında olmalıdır.
Kendi gerçeklerini net bir şekilde görmeli, kendi gerçeklerinin farkında olmalıdır ki boş hayaller peşinde koşarken aslında sahip olduğu en değerli özelliğini yani insanlığını kaybetmemelidir.
Neden, nasıl ve niçin sorularının ayırdına varmalıdır. Kendisine empoze edilen dayatma öğretilerin ne kadar doğru olduğunu sorgulamalıdır.
Düşünmelidir insan, sorgulamalıdır, araştırmalıdır, sorular sormalı ve cevapları bulmak için her kaynağı incelemelidir.
Nedir yaşamak? Önce bunu sorgulamalıdır. Yaşamak; yemek, içmek, nefes alıp vermek, uyumak ya da cinsellik ten mi ibarettir sadece? Bütün bu saydıklarımız canlı olan tüm varlıklar içinde geçerli değil midir? O halde bizi diğer canlı varlıklardan ayıran nedir?
İnsan doğmuş olmak, insan olmak için yeterli midir?
Ne yazık ki insan doğmuş olmak bizleri insan yapmıyor ve bana göre insan doğmuş olan her varlık ne yazık ki insan değil... İnsan olmaktan çok uzak insansılarla dolu çevremiz.... Yazık...
İnsan olmak nedir? İnsan olmak bana göre farkındalık ile başlar. Yani insan olduğunun ve bunun ne anlama geldiğinin farkında olmakla başlar. Allah’ın onu nasıl bir varlık olarak yarattığını idrak etmekle başlar.
İnsan kimdir? İnsan doğmuş olan her varlık insan değilse gerçek anlamda insan diyebileceğimiz varlıklar kimlerdir?
Peki nasıl insan olunur?
Bana göre Allah'ın verdiği zekayı, aklı, iradeyi doğru kullanmakla, merhametle, şefkatle ve en önemlisi vicdanla insan olunur. Empati duygusu ne kadar gelişmiş ise insan olmaya o kadar yakındır. Kendisini diğer insanların, diğer varlıkların yerine koyabilme yetisini ne kadar arttırırsa, işte o oranda da insan olma yolunda büyük ve değerli bir adım atmış olur.
Bugüne kadar gelen dinleri ve bu dinlerin kitaplarını incelediğimizde çok net göreceğimiz bir şey vardır. Tüm dinler de Tanrı insana aynı şeyleri emreder. Öldürmeyin, çalmayın, zina etmeyin, iftira atmayın, gıybet etmeyin vs. gibi. Yani kısaca insan olmanın yolunda yapması gereken en temel kavramları öğretir, yasaklar, emreder, ceza ve mükafat vaat eder.
Çok zor bir şey midir insan olmak?
Günümüz koşullarında evet zor bir şeydir insan olabilmek ve insan kalabilmek. Dürüstlüğün prim yapmadığı, her şeyin kokuşmuş bir çark içinde döndüğü bu düzende insan gibi insan olmakta, öyle kalabilmekte zor iştir. İnsansa yaradılışı itibari ile zayıf bir varlıktır. Kolayı seçer ve farkında olmadan insanlığından her geçen gün bir parça kaybeder.
İnsan bedeninin olduğu kadar insan ruhunun da beslenmeye ihtiyacı vardır. İnsan ruhunu hırsla, öfkeyle, nefretle, acı ile beslerse geriye kalan sadece et, kan, sinir ve insansı bir fizyolojik yapı olur ama buna insan demek mümkün değildir.
Acıma duygusunu kaybetmiş, vicdandan yoksun, bencil, çıkar odaklı, ikiyüzlü, nefretle dolu, öfkeli, riyakar bir varlığa insan demek mümkün müdür?
İnsan; ruhunu ne kadar sevgi ile beslerse, af etmeyi, unutmayı, kaybetmek yerine kazanmayı öğrenirse, işte o oranda insan olur ve insan olma onurunu da hak ederek taşır.
İnsan olmak bir onurdur. İnsan bedeni ve onuru her şeyden değerlidir. İşte bunun farkında olan insan hem kendi onuruna ve bedenine sahip çıkacak, hem de diğer insanların onurlarını ve bedenlerini kirletmeyecektir.
Böyle bir insan kendisine yapılmasını istemediği hiçbir şeyi bir başka insana yapmayacaktır.
Aslında çok derin ve karmaşık olan insan olmak kavramının pek çok çarpıcı örnekle altı çizilebilir. Lakin yaşamın içinde dehşete düşüren, trajikomik, insan olan herkesin yüreğini burkan, içini acıtan o kadar çok olayı okuyor, izliyor, görüyor ve yaşıyoruz ki ben bu konuda bir örnekleme yapma ihtiyacı bile hissetmiyorum.
Son olarak maskesiz, doğal, açık, net, şeffaf, dürüst, kalbi örümcek ağları ile kaplanmamış, sevgi dolu, vicdan sahibi, merhametli insanların hayatımızdan hiç eksik olmamalarını temenni ediyorum.
Ve Allah kendini insan zanneden bütün insansı varlıklara da biraz akıl, fikir, vicdan nasip etsin, kalplerinde ki mühürleri kaldırsın ve onları gerçekten insan olma onuru ile taçlandırsın diyor ve susuyorum….
Zeliha BEKOĞLU 

19 Nisan 2018 Perşembe

İçimizdeki Sesler


           

Yaşamımız boyunca en çok kimle konuşuruz, hiç düşündünüz mü?

Gece-gündüz demeden, karşımızdakinin keyifli-keyifsiz olduğuna aldırmadan başlatıp sürdürdüğümüz sohbetin muhatabı, aslında çok da yabancı olmayan birisidir:

Kendimiz!

Bazen bu bitimsiz konuşmalar sırasında, kendi kendimizi sakinleştirmeye çalışırız:

''Telaşlanma! Sakin ol! Bu günkü sunumunu başarıyla yapacaksın!''

Kimi zaman, kendi kendimize tavsiyede bulunuruz:

''Daha sade giyinmelisin! Koyu renler seç; aşırı dikkat çekici olma!''

Nadiren de kendi kendimizi kutlarız:

''Bravo! Bak herkes sana nasıl da hayran kaldı! Şahanesin!''

Ne yazık ki, bu konuşmalarımızda en sık rastlanan tema, eleştiridir:

''Berbat görünüyorsun! Eğitimin de yetersiz. Senden bir şey olmaz! Herkes seninle dalga geçecek!''

Kendimizle sohbetin eleştiri dozu, çoğumuzun kaldıramayacağı kadar yüksektir.

Konuşma sürdükçe içimizde kaygı ve korku, utanç ve suçluluk duyguları doğmaya başlar.

Ve söylenenler, bizi motive etmek yerine, hayattan zevk alamaz hale getirir.

Özgüvenimizi yerle bir eder.

İyi olan hiçbir şeye hakkımız olmadığına inanmaya başlarız.

Eleştirel sohbetimiz, kendisini farklı iç seslerle ortaya koyar:

• Mükemmeliyetçi iç ses:

Bu ses bize, gerçekleştirilmesi imkânsız düzeyde bir kusursuzluk ölçüsü koyar.
Bu ölçü çoğu kez, önemli bulduğumuz başkaları tarafından belirlenmiştir.
Her şeyi hiç kusursuz yapmamızı ister ve yapamadığımız zamanlarda, eleştirinin dozunu arttırır.
Hoşgörüsüz ve yıkıcı yaklaşımıyla, bizi daha iyi olmaya yönlendirme amacını taşıyan yapıcı eleştirel sesten farklıdır.
Giderek bir şey yapmaya korkar oluruz.

• Suçluluk hissettiren iç ses:

Çoğu kez geçmişte yaptığımız davranışları, kurduğumuz ilişkileri ve seçimlerimizi, aile ve toplumun değerleriyle yargılar.
Geçmişi, o günün koşullarıyla ele almaz, anlamaya çalışmaz.
Yaşadığımız çevreyle uyum kurmamızı ve geçmiş hatalarımızı tekrar etmemizi engellemeyi amaçlayan iç sesten farklı olarak, acımasız yargısıyla bizde, suçluluk duygusu ve utanç yaratır.

• Yıkıcı iç ses:

İnsan olarak değerimizi hedef alan bu iç ses, bize varoluşumuzu sorgulatır.
Yaşamaya bile hakkımız olmadığını hissettirir.
Kaynağı sıklıkla, çocukluk ve ilk gençlik yıllarındadır.
Sevilmemiş, değer verilmemiş ve onaylanmamış bireyler, yaşamlarının ilerleyen dönemlerinde, bu kötü deneyimleri bilinç dışı yollardan iç ses haline getirir, kendilerini sevmez, onaylamaz, yaşamaya layık görmez ve ‘’yok olmak’’ isterler.

• Cesaret kırıcı iç ses:

Toplumun belirlediği sınırların ötesine geçmeye kalkıştığımızda, bu iç ses bizi geri çeker.
Nasıl mı?
Başaramayacağımızı, toplumun bizi reddedeceğini, her şeyi riske atacağımızı kulağımıza fısıldayarak.
Akılcı risk almamızı sağlayan iç sesimizle karıştırılmamalıdır.
Bu ses, başkaldıran, yeni ufuklar arayan, yaşamı keşfetmek isteyen özgür ruhumuzu hedef alır.
Onu parçalamayı, yavaş yavaş öldürmeyi amaçlar.

Listemize, daha farklı iç sesler de eklenebilir.

Az sonra, aşağıda yer alan yorum bölümüne, ''Hocam, çok haklısınız ama çözüm ne?'' sorusunu yazacağınızı bildiğimden, siz sormadan ben söyleyeyim:

Yıkıcı iç seslerimizle başa çıkmada ilk yapmamız gereken şey, onları fark etmemizdir.

Etkilerinde kalıyor ve hayatlarımızı berbat ediyoruz ama onları yeterince tanımıyoruz.

İlk iş olarak, yukarıda yazdığım veya kendinize özgü biçimleriyle, sizi üzen, yoran, hayattan bezdiren iç seslerinizi tanıyın, tanımlayın!

Onların, sizin içinizden çıktığını unutmayın!

O seslerin her birinin bir amacı ve kendilerine özgü ajandaları var.

Dolayısıyla, bir anlamda sizden farklılar, bağımsızlar.

Bu nedenle, onları muhatap alıp almamakta, dinleyip dinlememekte özgürsünüz.

Anlattıklarının işinize yarayıp yaramayacağını, mantıklı olup olmadığını sorgulayın!

Bu amaçla, bir kâğıdı ortadan bir çizgiyle ikiye bölüp, bir tarafına iç sesinizin söylediklerini tek tek yazın!

Söylenen doğru mu, bu günün değerlerini yansıtıyor mu yoksa geçmişe mi takılı kalmış, özgürlüğünüzü, gelişiminizi engelliyor mu?

Bu soruların cevaplarını iyice irdeleyin!

Ve çizginin diğer tarafına da, o söylemlere karşı düşünerek ve araştırarak geliştirdiğiniz kendi tezlerinizi yazın!

Onlardan öğrenebileceğiniz şeyleri öğrenin ve:

''Artık sus! Sana ihtiyacım yok! Kendim için en doğru olanın ne olduğunu biliyorum!'' diyerek onları susturun!

Sonra da, içinizin kuytu odalarından birine gizlenmiş olan, ''yapıcı'' iç sesinizi bulup çıkarın!

Sevgi, şefkat dolu, bilge bir anne gibi, size değer veren, yıkıcı etkilerden koruyan, hatalarınızı fark etmenize ve düzeltmenize yardımcı olan, cesaretlendiren, yaralarınızı saran, akılcı yollar gösteren iç sesinizi, kalbinizin ortasına yerleştirin!

Ve kulağınızı ondan ayırmayın!

Doç. Dr. Şafak Nakajima

16 Nisan 2018 Pazartesi

Conversation in the Womb – A Parable of Life After Delivery


Conversation in the Womb – A Parable of Life After Delivery

In a mother’s womb were two babies.One 
asked the other: “Do you believe in life after delivery?”The other replied, “Why, of course. There has to be something after delivery. Maybe we are here to prepare ourselves for what we will be later.”
“Nonsense” said the first. “There is no life after delivery. What kind of life would that be?”
The second said, “I don’t know, but there will be more light than here. Maybe we will walk with our legs and eat from our mouths. Maybe we will have other senses that we can’t understand now.”
The first replied, “That is absurd. Walking is impossible. And eating with our mouths? Ridiculous! The umbilical cord supplies nutrition and everything we need. But the umbilical cord is so short. Life after delivery is to be logically excluded.”
The second insisted, “Well I think there is something and maybe it’s different than it is here. Maybe we won’t need this physical cord anymore.”
The first replied, “Nonsense. And moreover if there is life, then why has no one has ever come back from there? Delivery is the end of life, and in the after-delivery there is nothing but darkness and silence and oblivion. It takes us nowhere.”
“Well, I don’t know,” said the second, “but certainly we will meet Mother and she will take care of us.”
The first replied “Mother? You actually believe in Mother? That’s laughable. If Mother exists then where is She now?”
The second said, “She is all around us. We are surrounded by her. We are of Her. It is in Her that we live. Without Her this world would not and could not exist.”
Said the first: “Well I don’t see Her, so it is only logical that She doesn’t exist.”
To which the second replied, “Sometimes, when you’re in silence and you focus and you really listen, you can perceive Her presence, and you can hear Her loving voice, calling down from above.”
–  this lovely parable is from Your Sacred Self by Dr.  Wayne Dyer

ÖYLE BİR HAYAT YAŞIYORUM Kİ

ÖYLE BİR HAYAT YAŞIYORUM Kİ

Gidene kal demeyeceksin.
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme, yoksa değersiz olan hep sen olursun...

Düşün, kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama
sevgisini .
Ya çare sizsiniz ya da çaresizsiniz…

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde.
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki ' söz ver kendine '
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin.
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundandı
Anladım...

F. Nietzsche