22 Haziran 2017 Perşembe

A poem

THE ROAD NOT TAKEN
Two roads diverged in a yellow wood,
And sorry I could not travel both
And be one traveler, long I stood
And looked down one as far as I could
To where it bent in the undergrowth;
Then took the other, as just as fair
And having perhaps the better claim,
Because it was grassy and wanted wear;
Though as for that the passing there
Had worn them really about the same,
And both that morning equally lay
In leaves no step had trodden black.
Oh, I kept the first for another day!
Yet knowing how way leads on to way,
I doubted if I should ever come back.
I shall be telling this with a sigh
Somewhere ages and ages hence:
Two roads diverged in a wood, and I —
I took the one less traveled by,
And that has made all the difference.
                                    Robert Frost
   
GİDİLMEYEN YOL
Sarı bir ormanda ikiye ayrıldı yolum,
ikisinden birden gidemediğim ve yazık ki
tek yolcu olduğum için üzgün, uzun uzun
baktım görene kadar birinci yolun
otlar çalılar arasında kıvrıldığı yeri;
Sonra öbürüne gittim, o kadar iyiydi o da,
ve belki çimenlik olduğu, aşınmak istediğinden
gidilmeye daha çok hakkı vardı; oysa
oradan gelip geçenler iki yolu da
eş ölçüde aşındırmıştı hemen hemen,
Ve o sabah ikisi de uzanıyordu birbiri gibi
hiçbir adımın karartmadığı yapraklar içinde,
ah, başka bir güne sakladım yolların ilkini!
ama bilerek her yolun yeni bir yol getirdiğini,
merak ettim geri gelecek miyim diye.
İç geçirerek anlatacağım bunu ben,
nice çağlar sonra bir yerde:
bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
ben gittim daha az geçilmişinden,
ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.
                                             Robert Frost


10 Haziran 2017 Cumartesi

Sylvia Plath

FACE LIFT

You bring me good news from the clinic,
Whipping off your silk scarf, exhibiting the tight white
Mummy-cloths, smiling: I'm all right.
When I was nine, a lime-green anesthetist
Fed me banana-gas through a frog mask.  The nauseous vault
Boomed with bad dreams and the Jovian voices of surgeons.
Then mother swam up, holding a tin basin.
O I was sick.

They've changed all that.  Traveling
Nude as Cleopatra in my well-boiled hospital shift,
Fizzy with sedatives and unusually humorous,
I roll to an anteroom where a kind man
Fists my fingers for me.  He makes me feel something precious
Is leaking from the finger-vents.  At the count of two,
Darkness wipes me out like chalk on a blackboard. . .
I don't know a thing.

For five days I lie in secret,
Tapped like a cask, the years draining into my pillow.
Even my best friend thinks I'm in the country.
Skin doesn't have roots, it peels away easy as paper.
When I grin, the stitches tauten.  I grow backward.  I'm twenty,
Broody and in long skirts on my first husband's sofa, my fingers
Buried in the lambswool of the dead poodle;
I hadn't a cat yet.

Now she's done for, the dewlapped lady
I watched settle, line by line, in my mirror—
Old sock-face, sagged on a darning egg.
They've trapped her in some laboratory jar.
Let her die there, or wither incessantly for the next fifty years,
Nodding and rocking and fingering her thin hair.
Mother to myself, I wake swaddled in gauze,
Pink and smooth as a baby.

Sylvia Plath

  

9 Haziran 2017 Cuma

Mevlana'dan

  
NOHUT HİKAYESİ

Nohutun tencerede ateşten canı yandı mı, yukarıya doğru sıçramaya başar. Tencere kaynamaya başlayınca, her an hareket halinde olup tencerede yüzerce coşkunluk göstermeye başlar.
Nohut der ki:
“Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun? Madem satın adın, niye bu hallere uğratıyorsun?”
Nohutu pişiren de onu kepçeyle karıştırıp der ki:
“Hayır! Güzelce kayna, tencereden çıkmaya kalkışma. Hamsın, ayrılık ateşiyle piş de bir lezzetin olsun. Ben seni sevmediğim için kaynatmıyorum. Bir zevke, bir çeşniye sahip ol da gıda haline gel; yen, cana karış diye kaynatıyorum yoksa bu imtihan, seni horlamak için değil. Bostanda sular içtin, yeşerdin, taptaze bir hale geldin; işte o su içiş, bu ateşe düşmen içindi. Ey nohut, belara düş, kayna, piş de ne varlığın kalsın, ne de sen kal! Su ve toprak bahçesinden ayrıldıysan lokma oldun, dirilerin vücuduna girdin. Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol.”
Nohut bu sözleri duyunca:
“Mademki böyledir ey hüner sahibi! Yardımcım ol da ben de coşup kaynayayım! Sen bu kaynatmada beni yapıp yoğuran mimarımsın. Kepçeni vur, karıştır, zira güzel iş görmektesin”der.
Hanım nohuda der ki:
“Ben de bundan önce senin gibi yeryüzü cüz’lerindendim. Ateş gibi yakıcı olan nefisle mücadeleyi kazanmanın zevkini tadınca, makbul bir insan oldum. Ben de bir zaman yeryüzünde ten tenceresinde kaynadım. Bu iki kaynayışla duygulara yaklaşıp ruh sahibi oldum. Seni de böyle terbiye ediyorum.Sen cansızlar alemindeyken sana hal diliyle derdim ki; ‘O mertebeden koş, yüksel ki, insanlık mertebesine gelesin, manaya mensup sıfatlar elde edesin.’ Sen cansızlıktan kurtulup canlı olunca, bu sefer de diyorum ki; ‘Bir kere daha coş, kayna da hayvanlıktan da geç! O dereceden, mertebeden yüksel.’’’


8 Haziran 2017 Perşembe

Havuç, yumurta, kahve taneleri?

                                                          KAHVE TANELERİ

Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş. “Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum” demiş. Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı “Olur” demiş çekine çekine.
Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş. Hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. “Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vereceksin bana” demiş oğluna.
Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş. Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına. Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş.
Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu. Yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş.
Sonra oğluna dönüp sormuş:
“Ne görüyorsun?” 
Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış. “Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış. Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış. Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler sonunda da öyleler.
Sonra asıl tavsiyesine sıra gelmiş:
“Evlilikte aşk ve şefkat birlikte olmalıdır. Aşksız bir evlilikte her iki eş de şu gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler, pörsütürler.
Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de, şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar.
Aşkın da şefkatin de olduğu bir evlilikte ise, şartlar ne olursa olsun, eşler tıpkı şu kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kendi kişiliklerini yitirmezler.
Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle baş başa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler.
Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa benziyordu. “Asıl ders bu değil!” dedi baba.
Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları gösterdi. “Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak. İkisinde de bir tat yok”
Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşalttı. Mis gibi taze kahve kokuyordu. Fincanı oğluna uzattı. “İçmek istersin herhalde”
dedi. Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü.
“Kahve çekirdekleri gibi birbirlerini tüketmeyen eşlerin paylaştığı yuva da işte böyle olur. Mis gibi, temiz ve huzur verici. Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi. Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını, kokularını ve renklerini katmayı başarırlar.”